Rabbimiz insanı dünyaya tertemiz olarak gönderiyor. Huzûruna da tertemiz gelmesini arzu ediyor. Hayat yolculuğunda nefs ile şeytanın hile ve desîselerine aldanarak bu temizliğe leke bulaştıranlar için tevbe kapısını son nefese kadar açık tuttuğunu bildiriyor. Yine mü’minin ibadetlerle gönül âlemini temizlemesini, kulluğa lâyık bir kıvamda huzûruna çıkmasını arzu ediyor.
Bu ibadetlerin en mühimi ise namaz. Namaz, farz olan ilk ibadet. Diğer ibadetler gibi Cebrâil -aleyhisselâm- vâsıtasıyla değil, Mîraç’ta, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından farz kılındı. Âyet-i kerîmede namazın, insanı fahşâ ve münkerden alıkoyduğu bildiriliyor.[1] Tabiî ki huşû ile kılınması hâlinde. Yok eğer başkalarına gösteriş maksadı ile kılınıyorsa, yani kuru bir şekil ve geometriden öteye geçmiyorsa, kalp ve beden âhengi içerisinde kılınmıyorsa, böyle bir namaz hakkında Rabbimiz:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (Gafletle kılarlar.)” (el-Mâûn, 4-5) buyuruyor. Rabbimiz kulundan böyle bir namaz istemiyor.
Hazret-i Mevlânâ şöyle der:
“Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifâdeye bak! Tane toplayan bir kuş gibi Allâh’ın büyüklüğünden habersiz bir şekilde sadece başını yere koyup kaldırma!..”
Zira böyle hareket eden bir kimse, rükû ve secdelerini tâdîl-i erkân üzere yapmadığından, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu îhtârına muhatap olmaktadır:
“En kötü hırsız, namazından çalan kimsedir.” (Bkz. Ahmed, V, 310; Dârimî, Salât, 78)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kıyâmet günü kulun hesaba çekileceği ilk amelin namaz olduğunu haber veriyor. (Bkz. Tirmizî, Salât, 188/413)
Dolayısıyla kul gönlünde dâimâ namazın muhabbetini taşıyacak. Kendisini Allâh’ın huzûruna hazırlayacak. Rabbimiz; “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Hiç şüphesiz ki, bu emre itaat aşkıyla ilâhî huzurda bulunmaya can atan gönüller, Rabbimiz’in, huzûruna kabul buyurduğu güzîde ve seçkin kullardır.
Diğer taraftan beş vakit, kulağı ve gönlü ezân-ı Muhammedî’de olmayan nâdanlar, aslında Rabbimiz’in huzûruna çıkma nîmetinden mahrum kalan bedbahtlardır.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri şöyle buyurur:
“İzzet ve Celâl sahibi Allâh’ın takdirine râzı olmadığın zaman, O’na karşı kibirlenmiş olursun. Müezzin ezânı okuduğu zaman hemen namazı edâya koşmuyorsan, O’na karşı kibirlenmiş olursun. O’nun mahlûkatından birine zulmedersen, O’na karşı kibirlenmiş olursun.” (Fethü’r-Rabbânî, 243)
Rabbimiz, insanı anatomik bakımdan yani beden yapısı itibarıyla da secdeye en müsait bir şekilde yaratmış. Ayrıca, huzûruna çıkacak kullarına şu emri veriyor:
“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin…” (el-A’râf, 31)
Yani kul namaza durduğunda, ilâhî huzurda olduğunun şuur ve idrâki içinde olacak. Huzûra edeple çıkacak ki, lûtufla dönsün.
Namazın bir fıkhî, bir de kalbî tarafı var. İnsan, zihnî bilgilerle namazın zâhirî tarafını tamamlayabilir. Fakat o zihnî bilgilerle kalbî hayatını tamamlayamaz. Cenâb-ı Hak, huşû içinde bir namaz istiyor. Bu ise kalbin terakkî etmesine bağlı. Bunun için Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de 258 yerde “takvâ”yı hatırlatıyor kullarına. Çünkü bir kul, takvâsı derecesinde namazından müstefîd olur.
Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“Kişi namazını bitirir de ona ancak namazının onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123-124/796; Ahmed, IV, 321)
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de Meryem Vâlidemiz’i senâ ediyor. Öyle ki ismi 34 yerde zikrediliyor. Böyle olduğu hâlde:
يَا مَرْيَمُ اقْنُت۪ى لِرَبِّكِ وَاسْجُد۪ى وَارْكَع۪ى مَعَ الرَّاكِع۪ينَ
“Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, (O’nun huzurunda) eğilenlerle beraber sen de eğil.” (Âl-i İmrân, 43) buyuruyor Mevlâmız.
Yani kul olmanın en mühim bir nişânesi namaz. Namaz büyük bir kurtuluş vesîlesi. Nitekim Rebîa bin Kâʻb (Ebû Firâs) -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin kapısında geceleyip, Oʼna abdest suyunu hazırlayan bir sahâbî idi.[2] Efendimiz, âdetleri veçhile kendisine yapılan her iyiliğe misliyle mukâbelede bulunduğu için bir gün ona da;
“‒Benden dilediğini iste!” buyurdu. Ebû Firâs da;
“‒(Yâ Rasûlâllah!) Cennet’te Sen’inle beraber olmayı isterim.” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı ol” buyurdu. (Müslim, Salât, 226)
Rabbimiz; “Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153) buyuruyor.
Namazla Allâh’a sığınmanın bereketine dâir şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- âilesiyle birlikte Mısır’a girdiği zaman, Firavun’un adamları, cemâl sahibi bir kadın olduğu için Sâre Vâlidemiz’i İbrahim -aleyhisselâm- ile birlikte Firavun’un sarayına götürmüşlerdi. Sâre Vâlidemiz, hemen iki rekât hâcet namazı kılarak Firavun’un şerrinden Allâh’a sığındı.
Firavun ona yaklaşmak istediğinde korktu, titredi ve onun hemen serbest bırakılmasını emretti. Hattâ Hâcer Vâlidemiz’i de onlara hediye edip bir an önce gönderilmelerini istedi. Yani Cenâb-ı Hak, Sâre Vâlidemiz’i namaz vesîlesiyle Firavun’un şerrinden muhafaza buyurdu.
Müddessir Sûresi’nde Sekar Cehennemi’ne girenlerin niçin oraya atıldıklarını ifade ederken ilk olarak; “Biz namaz kılanlardan değildik.” (el-Müddessir, 43) demeleri de çok ibretlidir…
Bu itibarla bir anne-babanın evlâdına olan merhameti, sadece onun karnını doyurup ten rahatını sağlaması değildir. Yavrusuna göstereceği esas merhamet, ebedî saâdete nâil olabilmesi için onun rûhunu doyurabilmesidir. Onu namaza alıştırmasıdır. Mesela namaz kılarken onu yanına almalı, namazdan sonra onu taltif etmeli, zaman zaman da ikram ve hediyelerle onu teşvik etmeli, muhabbetle namaza alıştırmalıdır.
Mezhep imamlarından Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatıyor:
“On yaşımdayken Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiştim. Sabah namazından önce annem beni kaldırır, soğuk Bağdat günlerinde abdest suyumu ısıtırdı. Sonra elbiselerimi giydirirdi. Evimiz uzak ve yol karanlık olduğu için, kendisi de başörtüsünü takıp tesettüre bürünerek benimle birlikte camiye kadar gelirdi.” (Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Arş-ı Âlâ’nın altında gölgelenecek yedi gruptan birinin de kalbi mescitlere asılı mü’minler olduğunu bildiriyor. (Bkz. Buhârî, Ezan 36, Zekât 16, Rikāk 24, Hudûd 19; Müslim, Zekât, 91)
Selef-i sâlihîn’in cemaatle namaza verdikleri ehemmiyeti gösteren şu hâdise ne kadar mânidardır:
Medîneli meşhur yedi tâbiîn fakihinden biri olan Saîd bin Müseyyeb camiye gitmişti, bir de baktı ki cemaatle namazı kaçırmış. Bunun üzerine öyle bir “اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ” dedi ki sesi caminin dışından bile duyuldu. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, I, 381)
Mâlum olduğu üzere bu âyet-i kerîme, ölüm gibi çok büyük bir kayıpla karşılaşınca okunur. O büyük âlim de cemaate yetişememiş olmayı böylesine muazzam bir kayıp olarak gördü.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatına baktığımız zaman, namaz hususunda çok titiz olduğunu görüyoruz. Beş vakit cemaatle farz namazlara ilâveten Efendimiz; kuşluk, evvâbîn, teheccüd, hâcet, tahiyyetü’l-mescid, vudû, istihâre ve şükür namazlarıyla da gün ve gecelerini namazın rûhâniyetiyle tezyîn etmişlerdir.
Hattâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, teheccüde çok ayrı bir ehemmiyet vermiştir. Gerek mukîm iken, gerekse sefer hâlindeyken onu hiç ihmal etmemiş, çok sevdiği güzîde sahâbîlerini de bu ibadete teşvik etmiştir.
Nitekim bu husustaki tavsiyelerinden birkaçı şöyledir:
“Gece ibadetine dikkat ediniz! Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdetidir. Şüphesiz gece ibadete kalkmak Allâh’a yaklaşmaya vesîledir. (Bu ibadet) günahlardan alıkoyar, hatâlara keffâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî, Deavât, 101)
“Ey insanlar! Selâmı yayınız, yemek yediriniz, akrabalarınızla alâkanızı ve onlara yardımınızı devam ettiriniz. İnsanlar uyurken siz namaz kılınız. Bu sayede selâmetle Cennet’e girersiniz.” (Tirmizî, Kıyamet, 42)
“Ümmetimin en şereflileri, hamele-i Kur’ân (yani Kur’ân hizmetinde bulunan hâfızlar) ve devamlı olarak gece ibadetine kalkanlardır.” (Münâvî, I, 522)
Bir defasında Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne:
“–Gece namazı kılanların yüzleri niçin güzel ve nurlu olur?” diye sordular. Hazret şöyle buyurdu:
“–Çünkü onlar, Rahmân ile başbaşa kalmışlardır…”
Bu beraberlik dolayısıyla Hak âşıkları, gecenin nasıl geçtiğini anlayamadan iştiyak ve muhabbetleri artmış bir vaziyette sabaha ulaşırlar.
Meselâ Veysel Karanî Hazretleri geceleri hiç uyumazdı. Gecelerini üçe taksim etmişti. Bir gece kıyâm, bir gece rükû, bir gece de secde hâlinde sabahlardı. Kendisine sordular:
“–Geceleri aynı hâl üzere, meselâ sabaha kadar secde hâlinde nasıl kalabiliyorsun?”
Şöyle cevap verdi:
“–Biliyorsunuz ki secdede üç defa «Sübhâne Rabbiye’l-a‘lâ» demek sünnettir. Ben daha bir kere diyemeden sabah oluyor!..”
İşte kalbi Allah ile olanın ibadetindeki huşû ve mânevî hazzı.
Bir tüccar İmâm-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri’ne sorar:
“–Benim de atlarım, kervanlarım var, sizin de. Ancak benimkiler, namaz kılarken beni çok meşgul ediyor, bir türlü onları düşünmekten kendimi alamıyorum. Siz kendinizi nasıl koruyorsunuz?”
İmâm Âzam Hazretleri’nin cevâbı ise çok mânidardır:
“–Ben onları kalbime değil, ahıra bağladım.”
Velhâsıl mü’min, namaza duracağı zaman ilâhî huzura kabul edildiğinin idrâkiyle tekbir almalı ve elinden geldiği kadarıyla gönlünü mâsivâdan arındırmaya çalışmalıdır. Namazı kalp ve beden âhengiyle kılmalıdır. Çünkü bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, gönlün kıblesi de Cenâb-ı Hak’tır.
Rabbimiz, kendisiyle yakınlık hâsıl edebileceğimiz, mîraç ufkunda namazlar kılabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] el-Ankebût, 45.
[2] Bkz. İbn-i Sa‘d, IV, 313.
Yazar: Osman Nuri Topbaş – Şebnem Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ocak Sayı: 199